ATATÜRK'Ü HUMANİST BİR PERSPEKTİFTE
KAVRAMAK
Atatürk'ün kişiliğini
ve eserini incelemiş olan tarihçileri yanıltan çeşitli etkenlerin
var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini'nin ve Hitler'in çağdaşı
olması, bir takım karşılaştırmalara ve benzetmelere yol açmıştır:
günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki
çalışmalara hız kazandırmıştır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem
her şeyin yüzeyinde kalan, derine işlemeyen bir yöntemdir: böyle
olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da, hiç olmazsa,
büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa
uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koşullardan kaynaklanmaları
gerekir. Ne var ki bu yöntem batı evreninden, yani içinde doğduğu
evrenden farklı bir evrenin sorunlarını incelemek için kullanıldığı
zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir.
Pragmatik yöntem Atatürk'ün, tıpkı Mussolini ve Hitler
gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuş olduğunu saptamakla yetinir.
Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değişik ülkelerde aynı sonucu
doğuran çok değişik ve özel koşulların bulunabileceğini hesaba katmaz
ve böyle bir araştırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini
incelemeye yanaşmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez.
Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen
değişik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine
cephe alırlar ve, demokrasinin kokuşmuş bir yönetim biçimi olduğu
savı ile, aslında diktatörlüğün övgüsü olan yeni bir devlet kuramı
oluşturmaya uğraşırlarken, "diktatör" Atatürk kent kent
dolaşıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya çalışıyordu;
"Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiştirir;
sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil,
rezil insanlar yetiştirir" diyordu. Takriri sükûn yasasının
yürürlükte olmasından yararlandıysa "yalnız ve ancak bir noktai
nazardan istifade etmiştir...
O noktai nazar şudur: Türk milletini, medeni cihanda, lâyık olduğu
mevkie ıs'at etmek ve Türk Cumhuriyetini sarsılmaz temeller üzerinde,
her gün, daha ziyade takviye etmek için" yararlanmıştır. Bu
ise, ancak bir koşulla, "istibdat fikrini öldürmek" koşulu
ile olanaklıydı. De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim
demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale
göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi. Nesnelerin gözle görülür
somutluğundan başka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karışık
bir durum gibi gözükebilir; ancak, ister çapraşık diye nitelensin,
ister öngörüşlü olarak kabul edilsin, bu davranış Türk toplumuna
1945 'te çok partili rejime geçme ve, ülkeyi herhangi bir bunalıma
sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun
yazgısını elinde tutmuş olan Cumhuriyet halk partisini iktidardan
uzaklaştırma olanağını vermiştir.
Eserinin yanlış anlaşılmasına yol açan ikinci bir etken,
1917'de Rusya'da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk'ün siyasal
ve toplumsal kurumların laikleştirilmesi için gösterdiği çaba, kötü
niyet ya da bilgisizlik yüzünden, marksizmin öğretisel ateizmi ile
sık sık karıştırılmıştır.
İşte bu çeşit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine
bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun
Mecliste ve Meclis dışında söylediği söylevleri ve özellikle 1927
yılında okuduğu Büyük Nutuk'unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu
o kadar kolay bir iş değildir; çünkü Atatürk'ün düşüncesini ve eserinin
taşıdığı anlam ve değeri gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni
kapsayan geniş bir bilgiye gerek vardır: batının humanist değerlerini
olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde
beliren İslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, batılı
bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç te yabancı
olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel
ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin
taşıdığı evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler;
bunun nedeni; bir yandan batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir
yandan da kullandıkları pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince,
bunlar batıyı çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve, Atatürk'ün
çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma yolunda harcadığı çabanın büyüklüğünü
değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek amaçlarının ne olduğunu
saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde değerlendirmek gücünden
yoksundurlar.
Ruhuna erişilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk,
Atatürk'ün kişiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır.
Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiç bir ciddi incelemeye konu edilmemiş
olması dikkat çekicidir.
Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel değeri ilk
bakışta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza göre, Nutuk
biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir.
Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir:
tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa
uygun bir yorumu anlaşılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan
olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir şey
düşünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp gerçekleştiren insandır.
Böylece Thukydides'in dilediği ideal durum oluşmuş olmaktadır. Atatürk'ün
söylevi, tıpkı Thukydides'in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir,
ve nasıl Thukydides'in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler
çıplak olayları fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk'ün Nutuk'unda
da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucuyu Kurtuluş savaşının
manevi ortamına sokuyor; bununla da kalmayıp, geçen olayların en
derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk'a geçirilen bu metinler
birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile, Thukydides'in tarihine
serpiştirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taşırlar. Bundan
daha önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaşımın muharebe
meydanlarında değil, telgraf makinelerinin başında sürdürüldüğünü
göstermektedir.
Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk
devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun
eserinin geçmiş çağlarda girişilen reform hareketlerinin yalnızca
bir devamı olduğu görüşünü ileri sürerler; kişisel bir yargıya varma
gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde
anlayanlar da bu sava katılırlar. Devrimin önceki dönemlerin olaylarını
izlediği, önceki dönemin tarihine bağlandığı kuşkusuz yadsınamaz.
Ancak Atatürk'ün düşüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düşüncesi
arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca
reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil, bir nitelik ve ruh
farkıdır.
Özellikle ticaretle ilgili bir çok maddelerinin şeriat
esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle'nin hazırlanması
ile - İsviçre vatandaşlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi
olan - Türk vatandaşlık yasasının, nisan 1926 tarihinde Türkiye'de
yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk düzeninin kurulması
arasındaki fark ne ise, bu iki düşünce arasındaki öz farkı odur.
Aynı zamanda Peygamberin temsilcisi olması dolayısıyla, uyruklarının
dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına
razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik
ilkesine dayanan cumhuriyetçi ve laik bir rejim arasındaki fark
ne ise, o iki düşünce arasındaki fark ta öyle bir ruh farkıdır.
Nihayet, Sokrates'le davranışlarının bir örneğini Platon'un Phaidros'unda
gördüğümüz sofistleri karşı karşıya getiren bakış açısındaki farklılık
ne ise, bu da öyle bir farklılıktır.
Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay
eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp,
rüzgârın kızı, kayaların üstünde arkadaşı Pharmakeia ile oynarken
itip aşağıya yuvarlamış olacağını düşünen sofistlerin görüşüne uymayı
reddeder. Eski mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında
onun için çekici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun
tutumu başkadır: bu halk öyküsündeki şiir havasını beğenir, ancak
bu masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder. Mythosun
yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araştırmaları alanından ayrı
tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde halkın ince ruhunu
dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise akılcı yorumları
ile efsanenin şiir havasını bozmakta, buna karşılık gerçeği bulgulama
yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates'in sofistleri eleştirmesinin
nedeni budur.
Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden
daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler;
onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi
bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü
uyuşma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistlerin davranışı böyle
bir ödünlü uyuşmadan -eski değer yargıları ile yeni görüşleri birlikte
koruma olanağını veren bir ödünlü uyuşmadan - öteye varmaz. Sofistler
mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire
yok olan Oreithyia'nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. Bambaşka
bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul
ediyorlar. Hiç bir şeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; eski
bir öyküyü çağdaş anlayışa, günün görüşlerine ve duygularına uydurmakla,
yani modernleştirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok
ediyor. Tanıma kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların
aktardığı bilgiler onun için geçersiz şeylerdir. Hakikatin kaynağı,
devletin manevi ve toplumsal düzenine temel oluşturan ilkelerin
kaynağı onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofistler
yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahkemesi tarafından
ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu ihtilalciliğidir.
29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem,
coşkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk'ün burada çizilen
manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren
- laik devletin kurulması, Arapça ve Farsça nın okullardan kaldırılması,
öğretimde çağdaş bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının batı
tekniğine açılması, din esasına dayanan yasanın yerine İsviçre vatandaşlık
yasasının ve İtalyan ceza yasasının konması, Arap harflerinin kaldırılıp
Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun bir
çok toplumsal ve kültürel kurumlarla bir çok eğitim ve sanat kurumlarının
kurulması, giyim kuşamda batıya uyulması gibi - büyük atılımların
bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmış olduğu daha iyi anlaşılır.
Birbirini süratle izleyen bu aşamaların son amacı ülkeyi, önceden
ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baştan
başa değiştirmektir.
Radikal yenilenmeden Atatürk'ün anladığı, toplumun
tümüyle de olsa sadece maddi yaşamının değişmesi değil, onun kültürel
ve manevi yaşamının da özlü bir değişmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin
kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kişilerin
zihnine işlemesi, onların zihin habitus'u haline gelmesiydi.
Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olmayan
azınlıkların tekeline bırakan ve böylece - dinin koyduğu ticaret
yapma yasağının da yardımı ile - Türk ulusunu etkin yaşamdan uzak
tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması,
Türk toplumunun bundan sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiştir.

|