ATATÜRK'ÜN DEHÂSI, DAVRANIŞLARI VE
ÇALIŞMA BİÇİMLERİ
Dehâ ve dâhi kavramı türlü biçimlerde ele alınmış
ve tarif edilmiştr. Bunların başlıcalarını anıyoruz.
a) Doğuştan olağanüstü işler görmek ve eserler
yaratmak kabiliyetinde olmak, yani olağanüstü yaratıcı bir dimağ
taşımak.
b) Herkesten çok önce anlamak görmek, sezmek,
kavramak, duymak ve duygulanmak.
c) Anlaşılması ve anlatılması imkânsız olan doğuştan
büyüklük ve ululuk.
d) İnsanlığın gelişmesi sırasında ulaşabileceği
en yüksek zirveleri görüp göstermek ve topluluğu oraya götürecek
olağanüstü yaradılışta olmak.
e) Bazıları dehâyı uzun bir sabır diye tarif etmişlerdir.
f) Bir akşam sofrada (1926 yazı) dâhinin tarifi
yapılır ve herkes bir görüş ortaya atarken, Atatürk şunu demiştir:
"Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri
ilk ortaya koyduğunda herkes onlara delilik der."
Atatürk'ün taşıdığı vasıflar, bu tariflerin hepsine ayrı ayrı uyar.
Onun dehâsının belirtilerini incelersek şunları görürüz. O, olağanüstü
seziş, kavrayış ve duyuş hassalarına şu yönleri de eklerdi:
Ortaya çıkması muhtemel konu, sorun ve olayları
çok önceden tahmin edip, onlar üzerinde derinden derine dimağını
işletir, en kötü ihtimallere kadar her şeyi gözönünde bulundurarak
gereken tedbirleri kararlaştırır ve durumun ilerdeki gelişme derecelerine
göre bunları kafasında sıralardı. Amaçlarını iyice tesbit ederdi;
kafasında hiç dağınıklığa yer vermezdi ve hiç bir olay onu boş bulmazdı.
Yukarıda Çanakkale vuruşmaları sırasında onun
bu gibi davranıp ve görüşlerine rastladık. 6 Ağustos 1915 de başlayan
İngiliz saldırıları dolayısiyle iki ay önce uyarılmaya çalışmış
olduğu Liman von Sanders ve Esat Paşalar için: "... fikren
hazırlanmamış oldukları harekât-ı hasmane karşısında pek nakıs tedbirlerle
vaziyet-i umumiyeyi ve vatana pek büyük tehlikeye maruz bıraktıklarına
vakayı şahit oldu" diye yazmıştır. İmlediğimiz üç kelime Mustafa
Kemal'in büyük önem verdiği bir yönü aydınlatmaktadır.
Conkbayırı'nın geri alınması sorunu dolayısiyle O, şunu yazmıştır:
"Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti maksada muvafık sevk
ve idare etmek mühim olduğu düşünülmüyordu."
Yine bu Conkbayırı işinde kendisi üst ve alt makamlardakilerin
inançlarına aykırı davranmaya karar vermesini izahı için şunları
yazmıştır: "Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla
izahı pek güçtür. Bahusus muharebenin kanlı ve ateşli safhasında
duyguların tevlit ettiği kanaatler... Bittabi her kanaat ve karar,
içinde bulunulan ahval ve şerait tetkik ve bu tetkikat netayicini
teferrüs (sezmek) ve takdir sayesinde tevellüt ener."
Başarı onun dehâsının verdği "sezme"
gücünün sonucudur. Ancak O, bunun da, durumu tetkike ve ona göre
karar vermeye bağlı olduğunu açıklamaktadır. Yani doğuştan olan
"seziş" kabiliyetine ek olarak dimağı çalıştırmanın esas
olduğunu belirtmektedir.
Atatürk'ün pek çok karar ve davranışları uzun
inceleme ve düşüncelerin sonucu olmakla birilikte ani olaylar karşısında
çarçabuk en uygun yolu seçmekte büyük kabiliyeti vardı. Arıburnu'nda
ve Conkbayır'ındaki davranışları buna örnektir. Atatürk önem verdiği
güç ve sıkıcı bir durumu çözdükten sonra rahatlardı ve bu yüzünden
belli olurdu. Bu gibi durumlarda "beynime saplanmış bir çiviyi
söküp attım" dediği olmuştur.
Atatürk'ün çalışma tarzının bir önemli yönü de
kendine öz bir danışma yolu seçmiş olmasıdır. O, böyle davranmakla
hiç geriye doğru adım atmak zorunda kalmadan en şaşılacak devrimleri
ve ileriye atılışları gerçekleştirmiştir. Pek çokları sanarlar ki
Atatürk gerçekleştireceği devrimlere ve daha genel olarak göreceği
önemli işlere birden bire ve kendi başına karar verip onları yürütürdü.
Gerçektense onun demin dediğimiz gibi kendine öz bir danışma yolu
vardır. Yapmak istediğini önce, bazen işin esasını pek belli etmeden
ve nazari bir şey üzerinde konuşuyormuş gibi, sofrada söz konusu
ederdi, içki ağızları daha kolay açtığı için leh veya aleyhte söyleyenler
olurdu, konuşanların özel düşünce ve inançlarını bildiğinden söylediklerini
ona göre değerlendirirdi. Bazı arkadaşlariyle ve halkla temaslarında,
köylü ve kentli her türlü iş güç sahipleriyle konuşurken yine pek
belli etmeden tasarısının uyandıracağı tepkiler üzerinde bilgi ve
duygu edinirdi. Yalnız aldığı karşılıklardan değil, konuştuğu adamın
yüzünden ve kımıltılarından da sonuçlar çıkarırdı. Böylelikle tasarladığı
devrimin veya herhangi önemli işin nasıl bir tepki göreceğini ne
ölçüde kolaylık veya güçlükle karşılaşacağını anlamış olur ve ona
göre davranırdı.
Özet olarak; dehâsı onu olağanüstü ve başka kimsenin
yüreklenmeyeceği işleri görmeğe iterken O, çok esaslı psikolojik
ve sosyal yoklama ve incelemelere girişmeden önemli hiç bir adım
atmazdı. Bazen onun en yakınları arasında bile kendi gözleri önünde
yapılmış olan bu yoklama ve çalışmaların anlamını sezmediklerinden
atılan adımların delice ve tek başına alınmış kararların sonucu
olduğunu sananlar bulunurdu. Bunun aksine olarak da onun bu yoklama
usullerini bilmeyenler veya anlayacak kabiliyette olmayalar yapılan
tartışmalar sırasında kendi savundukları görüşe uygun bir karar
uygulanırsa kerameti kendilerinde sanmış ve Atatürk öldükten sonra
söz veya yazı ile övüntülerde bulunmuşlardır. Bazen de bu gibi övünmeler
büsbütün uydurma olaylar üzerine yapılmıştır.
Atatürk göreceği işin eski deyişle "eşref
saatte" yapılmasına da çok önem verirdi. Ancak onun eşref saatini
falcı veya müneccim değil, durumun derinden derine incelenmesinden
doğan inanç tesbit ederdi. Yukarda anılan yoklama ve danışmalar
da bu anın tesbitinde rolü büyüktü. Elde edilen bir başarıdan azami
verimi elde etmesini bildiği gibi nerede durulması gerektiğini de
iyice tesbit etmesini bilirdi.
Bu yazdıklarımız bazılarınca Atatürk üzerinde
beslenen bir sanıyı da düzeltmeye yarar. Sanılır ki; O, hiç itiraz
kabul etmez ve kimse onula tartışmaya yüreklenemez. Bu sanı baştan
başa yanlıştır. O, tartışmaların kızışmasını, hele o işten anlayanların
ne olursa olsun konuşmalarını, isterdi ve bunu yapmayanlara kızardı,
"bilir, ancak bildiğini ortaya koymaz, ne yapayım böyle adamı"
dediği olurdu. Şu kadar var ki tartışmalarda içtenlik şarttı; içten
olmayarak ayrıca gizli düşünceler besleyerek, fesat ve tezvir için
konuşanlara ise kızardı. Atatürk türlü yoklama ve tartışmalardan
sonra bir karara vardı mıydı onu her ne olursa olsun yürütürdü.
Uzun tartışmaların bir faydası da görülecek işin uygulanmasiyle
görevlendirilecek olanların onun bütün yönlerine nüfuz etmelerini
sağlamaktı. Atatürk buna çok önem verirdi. Tartışmalar ayna zamanda
kararlaştırılan işe bir çok yanıt sağlamaya da yarardı. Ondaki azim
ve irade de olağanüstü idi. Yenemeyeceği hiç bir güçlük, deviremiyeceği
hiç bir engel yoktu. Her engeli sabır, tedbir veya zor ile yenerdi.
Sakarya vuruşmasiyle Ağustos 1922 deki son büyük saldırı arasındaki
süre içinde Mecliste pek çok ve acı tenkitlere uğramış, parasızlık
ve türlü imkânsızlıklar yüzünden ordunun artık ayakta tutulamayacağı
söyleniledurmuştu. O sıralarda Meclisin bir kapalı oturumunda, şunları
söylemiş olduğu dışarda duyulmuştu: "Para var ordu var, para
yok ordu yok. Ben böyle şey bilmen para olsa da olmasa da. ordu
olacaktır."
1919'daki yıkımlı durumdan 1922 parlak zaferini çıkaran etkenlerin
başında Türk azim ve iradesini temsil eden Atatürk'ün bu azmi ve
iradesi bulunmaktadır.
Atatürk'ün çalışma ve yorgunluğa dayanıma kabiliyeti
de olağanüstü idi. Sakarya vuruşmasında üç kaburga kemiği kırık
olarak bir koltuğa mıhlanmış ve hemen hiç uyumadan yirmi iki gün
yirmi iki gece vuruşmayı yöneltmiştir. 1927 de okuduğu büyük Nutuk'u
hazırlarken de dosyalar içinde aylarca sabahladığı olmuştur.
Yukarda yazdıklarımız O'nun çok hesaplı oluğunu
gösterir. Boş gösterişden ve övünmelerden , cafcadatan hiç hoşlanmazdı,
ancak kesin lüzum görürse lüzumsuz sanılabilecek kahramanlıklarda
bulunurdu.
Bu gibi duyguları dolayısiyledir ki yukarda anılan "Vatan ve
Hürriyet" Cemiyeti kurulurken ölmekten bahsedenlere, amacın
ölmek değil yaşamak ve yaşatmak olduğunu söylemişti.
Ankara'da daha çok, ilk devirlerde, henüz nüfuzu
pek kökleşmemiş iken tasarladığı bazı işleri bir takım tartışmalar
sonucunda başka birine, o kimseyi tasarının kendi öz düşüncesi olduğuna
içten inandırarak ileri sürdürürdü ve kendisi gerekirse onu desteklemekle
yetinirdi. Bazen de tasarladıklarını onlara karşın olan birine önertmeği
şaşılacak biçimde becerirdi. Bir takım devlet adamları vardır ki
karar verirken yurttan önce o işte kendi çıkarlarını düşünür ve
ona göre bir yol tutarlar. Bu yüzden çok kere isabetsiz bir yola
girilir ve bunun sonucunda, kendini zeki sanan açık göz devlet adamı
da, yurt işlerinin kötü gidişinden manen ve maddeten zarar görür.
Atatürk kesin olarak bu gibi küçüklüklerin üstünde kalmış ve daima
yurt için ve güdülen dâva için en gerekli yolu tutmuştur. Bunun
sonucunda da kendi mevkii yurdunki gibi daima ve adeta otomatik
biçimde yüksele durmuştur. Bu yön başka bir biçimde ifade edilmek
istenilirse denilebilir ki: Atatürk daima kendi çıkarını yurt ve
ulusun çıkariyle birleştirmeyi ve birlikte yürütmeyi bilmiştir.
Gerçek dâhi eğer dâvasını içtenlikle benimsemişse
diktatör olmaya muhtaç değildir, çünkü bir dâhi doğru yolu göstermek
ve onun doğruluğuna inandırmak gücünü kendinde görmeli ve bulmalıdır.
Atatürk'ün yanında bulunmuş ve çalışmış olanlar aylar ve yıllar
boyunca onunla tartıştıktan sonra sonuçta onun düşüncelerinin daima
yerinde ve yararlı olduğunu göre göre onun en isabetli yolu seçeceğine
o derece inanmışlardır ki her şeyde ona uymayı gerekli bilmişlerdir.
Dolaysiyle eğer Atatürk'e diktatör denilecekse bu, onun üstün görüş
ve anlayışına olan inançtan doğan uysallığın doğurduğu diktatörlük
sayılmalıdır. Olayların daima kendisini haklı çıkarmasından ona
karşı doğmuş olan güvene, onun pek büyük olan inandırma kuvvet ve
kabiliyetinin de yanındakiler üzerindeki etkisini eklemek gerekir.
Ancak şu yönü de belirtmeliyiz: Atatürk yalnız bir konuda genel
serbest tartışmaya izin vermemiştir. O da dinin riyakarane sömürülmesi
konusudur. Bir tedbirin yurt ve ulusun yarar veya zararına olduğu
konusu üzerinde tartışılırken herhangi bir kimse veya parti bunu
bilim, siyasal, hukuk ve saire bakımından inceleyeceğime o yönleri
bırakıp halka açıkça veya el altından "bu yapılırsa cehennemde
cayır cayır yanarsın" cinsinden telkinlerde bulunursa bu gibileriyle
akıl ve mantık yolundan giderek tartışarak hak kazanmak doğal olarak
ka'bil olamazdı. Buna göz yumulunca da Türkiye devletini Osmanlı'nın
uğradığı yıkımdan kurtarmanın imkânı kalmazdı. Bir zamanlar basımevleri,
modern bilimler, yeniçerilere yeni silâhların gerektirdiği talimler
şeriate aykırı gösterilmiş ve baştakilerle halk cehennem azabiyle
korkutularak bu yenilikler yüzyıllar boyunca Osmanlı ülkesine sokulmamıştı.
Bu yüzden de XVI ncı yüzyılın en güçlü devleti her bakımdan geri
bırakılıp git gide sönmüş ve bir hiç olmuştu.
Atatürk'ün diktatörlüğü ancak ve ancak bu yönde kendini göstermiş
ve tek parti usûlü, filî bakımdan, ancak ve ancak bu yüzden kurulup
yaşamıştır.
İlerde göreceğimiz gibi Kâzım Karabekir'in ve daha sonra Fethi Okyar'ın
başkanlık ettikleri partiler, baştakiler istemeseler bile, hep bu
gibi dini dünya işlerinde gericilik uğrunda kullananların desteğine
mazhar oldukları için kapanmışlardır.
Birinci Büyülk Millet Meclisi'nde O'nun ne kadar çetin
saldırılarla karşılaştığı ve en "parlamanter" bir başbakan
gibi uğraşmak zorunda kaldığı düşünülürse dünya ve devlet işleri
"ahiret" tehdidi altında görülmeye kalkışılmadıkça O'nun
hiç bir muhalefetten çekinmeyeceğini anlarlar.
Atatürk hem doğuştan, hem de çok akıllı ve hesaplı
olduğundan doğru ve vefalı olmaya, kimseyi aldatmamaya, özet olarak
güven sağlamaya büyük önen verirdi. Aksini ileri sürenler ve ondan
vefasızlık gördüklerini söyleyenler, bunu ya düşmanlıklarından yaparlar
veya Atatürk'ün görerek edindiği uyarılarını anlayamamış, yahut
da onlara önem verip aldırmamış olduklarından böyle bir sonuçla
karşılaşmışlardır. Buna karşılık Atatürk kendisini bile bile aldatmış
olanları mimler ve bir daha onlara güvenmezdi. Ancak taşıdığı yüksek
duyguları, meselâ ölümünden az önce, yüzellilikleri affettirmekle
göstermiştir. Biliyordu ki kendisinden sonra kimse bu işe yüreklenemezdi
ve onbeş yıllık sürgünü yeter bulmuştu.
Atatürk mahiyetindekilerin sorumlu oldukları
işlere karışmaktan ve ayrıntılarla uğraşmaktan sakınır, bazen bunu
yapsa da dostçasına yapardı, "işi mesulüne bırakalım"
sözünü kendisinden çok işittim. Keza bir bakan onunla danışırsa
düşüncesini söylemekle birlikte "ben böyle düşünüyorum amma
işin sorumlusu sensin, ona göre düşün, taşın ve karar ver"
derdi.
Ancak çok önemli işlerde ve anlarda bütün ayrıntılara bile el koyduğu
ve hemen her şeyi kendisi yaptığı görülmüştür. Conkbayır'ı geri
alırken veya 1922 Ağustos'unda başlayan büyük saldırıyı yöneltirken
böyle yapmıştır. Bunu yaparken de başarının şerefini yine mahiyetine
bırakacak biçimde davranmak büyüklüğünü göstermiştir. Bu gibi durumlar
dışında genel bakımdan işlere karışmayı sevmez ve herhangi bir (kolda
işler iyi gitmezse bazen dediği gibi "baştakini değiştirmekle"
yetinirdi. Hemen bütün yeni çığırlara onun "inisiyatif"i
ile girilmiş olmakla birlikte o yeni bir işi yoluna koyduktan sonra
onun devam ettirilmesini bir ehline bırakmayı görenek edinmişti
ve bunu yapınca içi rahat ederdi.
Genel olarak O, başka birinin görebileceği bir
işi kendi üzerine almaz veya üzerinde tutmazdı. Pek çok iktidar
sahibinde görülen ve onları yanlış yollara iten bir zaaf Atatürk'de
yoktu. Birisi aleyhinde bir söz söylenildi miydi
onu söyleyen ne kadar yakını ve güvendiği biri olursa olsun ona
inanmadan önce işi yansız bildiği bir veya bir kaç kişiye inceletir,
ondan sonra bir karara varırdı. Eğer söyleyen ve aleyhinde söylenilen
kimselerin ikisi de yakını ise onları yüzleştirir ve edindiği duygulara
göre bir inanca varırdı. Bu yüzden Atatürk'ün yanında iftira ve
tevzir makinesi işleyemezdi.
Atatürk sevmek, sevilmek, gönül almak konularında
çok duygulu idi; neşeli olmak ve yanındakilerde neşeli kılmak ve
görmek onun için adeta bir ihtiyaçtı. Şahsi cazibesi de bu işte
kendisine çok yardım ederdi. Eğlence âlemlerini çok sevdiği bilinen
bir yöndür, ancak yukarda yazdıklarımızdan anlaşılacağı gibi sofrası
yalnız eğlenceye ayrılmış olmayıp orada çağırılmış olanların seviyesine
göre siyasal, yönetimsel ve bilimsel pek çok konular ele alınır.
Onun en önem verdiği yönlerden biri de her bir başarıyı, her bir
büyük işi kendine değil Türk ulusuna mal etmekti. Her ne yapmışsa
"Türk ulusundan, aldığı ilhamla" yaptığını söylemekten
zevk alırdı ve yukarda anlattığımız yoklama ve danışımı usulleri
bu sözünü doğrulayacak özdeydi. "Atatürk İnkılâpları"
denilmesini de istemezdi ve bu gibi sözleri hep "Türk İnkılâpları"
biçiminde düzeltirdi.
Atatürk'ün önemli bir özelliği de yaşayışının
hiç bir kısmının gizli kalmasını istememesidir. Açıkça içer ve açıkça
her türlü eğlencelere dalardı. Doğuştan açıklığı sevmekte olmasından
(başka bu yolu tutmasının iki etkeni vardı:
1) gizlilik onun eğlencelerine katılanlardan veya
onları bilenlerden bu konular üzerinde kimseye bir şey söylememelerini
istemeye varırdı ki bu Atatürk'ün bir nevi minnet altına girmesi
demekti. O ise hiç bir minneti kabul edecek huyda değildi.
2) O, şu inançta idi ki, açıklık aleyhteki propagandaları
etkisiz bırakmak için en iyi çaredir. Eğer halk kendisini içerken
görürse ondan sonra düşman propagandacılar ona ayyaş deseler halk
"onu biliyoruz gördük başka yeni bir şey söyle" karşılığında
bulunur ve propaganda suya düşer. Devlet sırlarını saklama bakımından
da kendine öz bir yolu vardı. Sofrasında her şey kondurduğundan
yabancı casuslar sofra da bulunmuş konuklarının, meselâ dönüşte
şoförler duyacak biçim de aralarında konuşmaları veya sofracı ve
türlü hizmetçilerin gevezeliği sayesinde her şeyden hiç olmazsa
dolayısiyle, yarım yamalak da olsa az çok haber aldıklarını sanar
ve edindikleri türlü ip uçlarına derinleştirmekle yetinirlerdi.
Halbuki gerçek sırrın pek az olduğuna inanan Atatürk onlar üzerinde
en yakın ilgililer dışında hiç kimse ile konuşmaz, bazen aksini
sandıracak konuşmalar yapar ve haberler yayarak casusları gafil
avlardı. 1922 Ağustos'undaki büyük saldırı, 1926'daki Bozkurt vapurunun
batması dolayısiyle La Hay'de görülen dâva için Adliye Vekili Mahmut
Esat (Bozkurt)'a verilen yönergelerden kimsenin bir şey sezememesi
bunun örneklerindendir.
Özet olarak diyeceğiz ki; Atatürk Samsun'a çıktığı
andan itibaren Türk ulusunun gerçek önderi olmuştur. Artık dilediği
gibi çalışmak ve Türklüğün kurtuluş işini bir baş olarak ele almak
imkânına sahiptir. Artık uzun tartışmalar sonucunda kile olsa her
önemli işte son söz onun olacaktır. Gerçi bir çok birbirine zıt
unsurlarla anlaşmak, onları gidilmesi gereken doğru yolun hangisi
olduğuna inandırmak için epey uğraşmak gerekecektir. Ancak O'nun
bu yoldaki uğraşları önderliği esas bakımdan kabul edilmiş bir kimsenin
çabalarıdır; dolayısiyle de, daha önce olduğu gibi anlayışsız, kavrayışsız
veya ürkek üstlere gerçek kurtuluş yollunu tutturmak için yapılması
gereken uğraşlardan daha kolay ve daha az üzücüdür.
O'nun hem askerlik hem de siyasal bakımından isabetli bir görüşe
sahip olduğu genel savaş sırasındaki başarı ve zaferlerinden, yine
o sırada ve daha önce İttihat ve Terakki ile Hükümete gerçek durumu
ve doğru yolu göstermek için yaptığı uğraşlardan anlaşılmıştır;
aydınların pek çoğu ve hatta kısmen de halk kütleleri bunu bilmektedirler.
O, elinde bu kozlar olarak işe koyulacaktır.

|