Hak ve Vazife Önünde BİZİM İNSANIMIZ (*)
"Kendinizden başka kimse size kötülük "edemez."
Mahatma GANDÎ
İyi vatandaş, iyi insan olma yollarını göstermek için
yazılmış şu sahifelerden sonra okuyucum, kuvvetle tahmin ederim ki,
kendi kendine şöyle bir sual soracaktır:
- Tarihte gelmiş, geçmiş büyük adamlar şunu veya bunu
demişler; şu öğütleri vermişler; aile, okul, meslek, millet, devlet
ve insanlık, benden şu vazifeleri beklemekte; benim de onlardan isteyebileceğim
haklar var, Hepsi iyi; fakat bütün bu sözler, fikirler ve inançlar içinde
benim durumum ne olacaktır? Kendi kendimi nasıl bahtiyar edeceğim? Kendimden
kendimi ve başkalarım nasıl memnun edebileceğim?
Bu soru, yerindedir ve onu soran, şüphe etmesin ki, birinci kendisi
olmayacaktır. Dünya denilen, uçsuz bucaksız boşluğun içinde yuvarlanıp
giden bu değişmez durağa gelip göçen bütün insanlar, bu sert suali sormuşlar;
türlü yaşlarında, türlü işler ve mevkilerinde, ikballerinde ve idbarlannda,
dertli veya neşeli zamanlarında bunu düşünmüşlerdir. Her durumda akıllarından
ve vicdanlarından aldıkları cevaplar, birbirine benzememiştir. Fakat
bu benzemez cevapların içinde, dikkat etmişlerse görmüşlerdir ki, daima
aynı kalan şudur:
- Yaşamalıyım!
İntihar, aklını kaybetmeden kendini öldüren
için, bu arzunun şiddetini ve doyurulamamış olmasının hayata kıyacak
kadar kuvvetli tepkisini göstermez mi?
Sever hayatı beşer, ta ser-i mezarında...
Hak, alana nisbetle istenilen şey olduğuna göre, hayat İnsanın
ilk "Hakkı" olmak lazımdır. Bundan dolayı hayatı, tabiî bir
hak olarak kabul etmişlerdir. Bu hakkı elde etmek için ne yapmalı? Bir
kelime ile cevap verelim:
-Yaşamalı!..
Öyle ise insanın ilk "Hakkı" olan hayat, aynı zamanda ilk "Vazife"
sidir. Öyle bir hak ve Öyle bir vazife ki, bir an bu haktan vaz geçiş
veya bir an bu vazifeye devam etmeyiş ölümdür. Müeyyidesi kendi içinde
olan, bu kadar müsamaha kabul etmeyen başka ne vardır?
Denilecek ki:
- Yeni doğan bir çocuğun da yaşamak
hakkı vardır. Kö-türümler, hastalar, mecalsiz ihtiyarlar da bu hakka sahiptirler,
fakat kendi kendilerine onu elde etmekten aciz bulunuyorlar. Halbuki bunlar,
vazife yapacak halde değildirler. Öyleyse hayat haklarını nasıl elde edeceklerdir?
Doğru ve yerinde bir sual.. Cevabı,
bundan başka olamaz:
- Çocuğun, kötürümün, hastanın ve
mecalsiz ihtiyarın yaşama hakkı, babanın, yakınlarının ve cemiyetin vazifelerini
yap-malarıyla tahakkuk eder. Aksi takdirde onlar için böyle bir hakkın
varlığı, yokluğu gibidir.
Cevap bu olunca "Yaşama"nın
vazifeliği yanında bir de "Yaşatmak" vazifesi olduğu meydana
çıkmaz mı? Her ferdi yalnız kendi hayatını düşünen bir topluluk tasavvur
edelim; böyle bir cemiyet içinde hayat, çok kere imkansızdır. Saadet,
hayatım başkalarının hayatıyla muvazeneleyen, kendi yaşamasını başkalarını
yaşatmakla ahenkli kılan fertlerden mürekkep bir toplulukta aranabilir.
Ahlak, bu muvazene ve ahenkten doğar. Fazilet, başkalarını en aşağı kendi
kadar düşünebilmektir.
Bir cemiyet ve millet davası için
onu savunma vazifesini yaparken hayat hakkından vaz geçenler, şüphesiz
ölürler. Fakat bu ölüş, kalanları yaşatmak için değil midir? Çanakkale
veya Dumlupınar şehitleri ölüme razı olmasalardı, geri kalan milyonlarca
Türk, yaşayabilir miydi? Fertler yerine milletleri de koyabiliriz.
Bir çok ahlak emirleri, artık medenî
insanlık için birer Hukuk kaidesi olmuştur. Vatandaş hak ve vazifelerini
Devlet tayin etmekte, onların müeyyidelerini Devlet kullanıp, yerine getirmektedir.
Tayin edilmiş hak ve vazifeler, vatandaşın diğer vatandaşlardan ve devletten
neler isleyebileceğini; diğer vatandaşların ve devletin de o vatandaşı
nelerle vazifeli kılacağını tesbit etmiştir. Fazlası ondan istenemez.
Bir cemiyet düşünün ki, her vatandaş Ahlaka riayet etmekte, adalet vicdanı
kusursuz işlemekte, hepsi fazilet sahibi olmuş bulunmaktadır. Böyle bir
cemiyette Hukuk müeyyidelerine ihtiyaç kalır mı? Fakat insanlar böyle
bir olgunluğu, şimdiye kadar Tarihin hiç bir dev-rinde gösterememişlerdir.
Ne insan Melek olmuş, ne cihan cennet haline gelebilmiştir. Bu sebeplerdir
ki, fertler ve cemiyetler arası kanunlar işlemekte, devletlerarası andlaşmalar
yapılmaktadır. Hayvanlar gibi yaşamayı gösteren tabiî hal, insanlığa mukadder
olmadığına göre haklar ve vazifeleri tayin eden, fertler, milletler ve
devletler arasında kurulan nizamlar, hem zarurî hem faydalıdır. Ahlak,
ferdin ruhunda doğan, dinlerin ve her türlü yüksek beşerî kıymetlerin
bilinip duyulmasıyla gelişen, fert gibi cemiyetleri, milletler ve devletleri
karşılıklı taahhütlerle birbirine bağlayan bir nizamın ifadesi ve sistemi
olmuştur.
İnsanda akıl, bütün kötülükler gibi
iyiliklerin de kaynağıdır. Onu iyice kullandıracak olan irade, kendi kendisini
terbiye edenlerin elinde hassas bir terazi şaşmazlığıyla işler. Kendini
affettirmeyecek olgunluğa geldiği zaman "Bahtiyarlık", "Mutluluk",
"Saadet" dediğimiz hal, bir rüya olmaktan çıkıp tam bir gerçek
olur. Herkesten Önce kendimize karşı ciddî olabilmeliyiz. Kendine karşı
merhametsiz olamayanlar, baş-kalarına acıyamazlar.
Bugünün medeniyeti, yok edici ve öldürücü silahlardaki ilerleme yanında
var edici ve yaşatıcı vasıtalarda da büyük bir tekamüle ermiştir. Silahların
yok etme kudreti arttıkça, onların uyandırdığı büyük tehlikeler önünde
kullanılma ihtimalleri de azalmaktadır. Bu müthiş korku, bize insanlık
için hayırlı ümitler telkin ediyor. Aksi olursa, dünyayı cennet görmekten
geçtik, tam cehennem haline düşmüş bulacağız. Mahdut ve geçici menfaatlerin
aklı ve hikmeti bu derece perişan edeceğin! düşünmek bile bizim için bir
azap olmaktadır, îki büyük dünya harbinin insanlığa neye mal olduğunu
gözlerimizle gördük. Bir üçüncüsünün ne fedakarlıklar istediğim tasarlamak
zor değildir.
Harp, milletlerarası veya millet toplulukları
arası bir "Yok etme" mücadelesidir. Fakat o, bu kadar yaygın
hale gelmeden önce bizim kendi vicdanlarımızda durmadan devam etmektedir.
Eğer bütün insanlar, vicdanlarındaki bu mücadeleyi akıl ve hikmetle silmeye
çalışırlarsa harbi doğuran sebeplerin en kuvvetlisi ortadan kalkar. Bu
mücadele, yüksek beşerî kıymetlere iman ile doymak bilmeyen menfaatlerin
meydana çıkardığı kötülükler arasında olmaktadır. Rahmanî olanla şeytanî
arasında bir mücadele...
Beşerî kıymetlerin başı "Beşere
Kıymet"tir. islam dini, insanı aslında temiz bir varlık olarak kabul
eder. "Her doğanın sağlam bir fıtratla dünyaya geldiğini" bildiren
Kuran'ın bu yüksek görüşünü ruhlara sindirmeden ne tam bir Müslüman, ne
iyi bir insan olamayız, insanların birbirine karşı duydukları şüphe ve
kaygı, her yersiz mücadelenin kaynağıdır. Dinimizin "hüsn-i zan"
ile bizi memur edişi, bu sebepledir. Aksi hareketlerle kanıtlanmadıkça
hiç kimsenin kötülüğüne hükmetmemelidir. Bu gibi hallerde daima yanılırız.
Namusluya namussuz, doğruya eğri, iyiye kötü demek durumuna düşeriz. Bu
türlü peşin ve kanıtsız hükümlere iftira ve bühtan derler ki, ahlaksızlığın
en ağır şekilleri, günahın en zararları bunlardır. Din ve Ahlak, insanı
bunlardan şiddetle menetmiştir.
Fertleri kötülükten sıyrılmış bilmede
islam Hukuku, örnek bir olgunluktadır. Mecelle'nin yüz ana kuralından
sekizincisi şudur:
"Beraat-i zimmet, asıldır."
Zimmetin şeriat dilinde ve buradaki
manası, nefis ve zattır. İnsanın kendisi, salt İnsan oluşu demektir. Şu
halde insan, her türlü yüklemden sıyrılmış olarak tam ve kendi benliğiyle
kabul ediliyor. Durup dururken ondan her hangi bir hak istenmediği gibi
maddî ve manevî bir borç, bir vecibe de yüklenemiyor. Onun için islamiyet,
şüphe ve suçlandırma esasına göre değil, tebrie ve güven temeline göre
kurulmuştur. Bu hakikatin tersine her gün yeni misaller görmek, insanı
derin acılara uğratıyor.
Bu hukukî prensibin Ahlaktaki görünüş,
günümüzün de en Önemli meselelerinden biridir. Uzun ömrü içinde yaptığı
beşerî tecrübeleri eserlerinde yaşatmasını iyi bilen büyük sanatçı ve
düşünür Bernard Shaw, "Binbaşı Barbara" isimli piyesinin başlangıcında
bu meseleye dokunmakta ve şöyle demektedir:
"Hulasa, Binbaşı Barbara ahlak düşkünü olmadığını söylerken haklıdır.
Bir az sonra ele alacağım insanlar arasında göreceğiniz gibi çekilmez
insanlar olmakla beraber bunlar mutlaka ahlak düşkünüdür demek yanlış
olacaktır. Hemen her aklı başında insan, bir ahlak düşkünü veya iyi vatandaş
olmaya namzettir. Böylesine ahlakî hareketler ve bu hareketler hakkında
bizim düşündüklerimiz, hepsi ona ettiğimiz muameleye bağlıdır. Belirli
bir sınıf içinde yer alan bir vatandaşın mahvına yol açan hususiyetler,
başka sınıf içinde yaşayan cinsdaşlarının sivrilmesine sebep olmaktadır..
Bir haydutta suç olarak kabul ettiğimiz haller, bir maliyecinin meziyetleri
sayılır. Bir dükün alışkanlıkları, hareket tarzları, davranışı, bir banka
memurunun o saat işinden atılmasına vesile verir. Hasılı bir insanın karakteri
her zaman dış şartlara bağlı olmasa bile hareketlerinin tutumu için aynı
şeyi söyleyemeyiz ve karakterler üzerindeki ahlakî hükümlerimiz de hal
ve şartların etkisi altında bulunur. Mesela bir insan zümresi için yaşama
şartlarının aynı kılındığı bir kaç sosyal çevre alalım; hapishane, ordu,
fabrika, hara, çergi gibi. Karakter ve mizaç ayrılıklarına rağmen her
guruptaki fertlerin davranışları ve ahlak anlayışları önceden kestirilebilir.
Ahlak anlayışları çok kere sosyal alışkanlıklardan ve şartlara bağlı zorunluluklardan
çıktığı için bu insanlar, bir sürünün içindeki koyunlar kadar birbirlerine
benzerler. Dünyanın sayılı zekalarını alelade biletçiden ayıran bir"
şey varsa o da bunların insan toplumunu tek bir cins olarak görmeleri;
köylü, efendi, hain, kahraman, korkak, yiğit, esnaf, aristokrat, zanaatkar,
işçi, çamaşırcı, düşşes diye kazanca ve sosyal tabakalaşmaya müstenit
bir derecelemeye vurulmuş, birbirinden farklı yaratıklardan müteşekkil
bir hayvanat bahçesi olarak kabule yanaşmamalarıdır, Napoleon, elinin
altındaki ne olduğu belirsiz kimselerden generaller, mabeyinciler, hatta
kırsallar güruhu yaratmıştır. Sezar, bir zaman önce Roma ordusunda nefer
bile olamayan azat edilmiş bir kölenin oğlunu Mısır'a vali tayin etmiştir.
XI. Louis, berberine vezirlik payesi vermiştir. Bunların hepsi, değişik
şekillerde olmakla Barbara'nın belirttiği insan eşitliği konusundaki ilmî
hakikati kavramış insanlardır. Bütün insanlar, bir babanın çocuklarıdır,
insanların doğuştan iyi olduğuna yanaşmadıkça doğuştan hür olduklarını
iddia etmenin hiç bir faydası yoktur. Ahlakî tutumunu tasvip etmek şartını
koyacak olur-sak insanın hür olduğunu güvene bağlamak, her türlü hürriyeti
silip atmak demektir. Çünkü bu yoldan, bir insanın hürlüğünü - ister peygamber,
ister bir haylaz olsun - her hangi bir budalanın kanunlara aykırı hareket
edenlere karşı kullanabileceği ahlakî hükümlerin boyunduruğu altına sokmuş
oluruz. Demokrasi, ruhban sınıflarının en baskı yapanı olmaktan çıkmak
istiyorsa bu hakikati öğrenmelidir".
Görülüyor ki, bizzat beşer kişiliğindeki
değeri kabul etmeden doğru bir sosyal davranışa gidilemez, islam dininin
esaslarında bulunan bu fikri bugünün büyük ilim ve sanat adamları da kabul
etmektedirler. İnsan kıymeti bilmeyen topluluklarda kıymeti bilinecek
insan yetişmez. Onun için "Bizim İnsanımız" ın ilk vazifelerinden
biri, insanlarımızı tanımak, ölçmek, kadir ve kıymet bilmeyi öğrenmektir.
Bunu yapmadığımız takdirde, millî hayatımızın her alanında Diyogenes gibi
fenerle insan ara-maya mecbur oluruz.
Son diyeceğimiz şudur:
Bu hakikatlerin aydınlığında haklarımızı bilelim, vazifelerimizi yapalım.
Hürriyet kendiliğinden doğar. Ferdî varlığınızda kavga halindeki zıt kuvvetleri
muvazenelemeye çalışalım. Vicdan huzuru bizi rahat ettirir. Millî varlığımıza
ve milletlerarası bütüne saygı gösterelim, ona hizmet edelim. Barış, bir
harbin sonu değil, bitmeyecek ak günlerin başı olur. Yaşarken iyi bir
ölüme hazırlanmasını öğrenelim. Ruhumuzda yüksek emellerin, ferah verici
ümitlerin meşalesini daima yanık ve uyanık tutalım. İyi vatandaş, iyi
insan olma yolunda bulunalım. Bunları yaptıktan sonra bekleyelim; sinmeyerek,
ümitsizlenmeyerek, hareketsiz ve gayretsiz kalmayarak her güzelin, her
iyinin, her doğrunun yaratıcısı olan Hakkın zaferini bekleyelim.
(*) İyi Vatandaş İyi İnsan adlı kitabının ÇIKIŞ
kısmından alınmıştır

|