Anıları
Bir Ölüm Hikayesi
M. Fehmi Reyhan
Altı ay evvel İstanbul rıhtımına yanaşan vapurun merdivenlerinden süzülen bir gölgeyi birdenbire tanıyamamış, dikkatle yüzüne bakınca, büyük bir faciayla karşılaştım. Midhat Cemal ‘eyvah’ dedi. Bu eyvah içime işledi. Bu görüntü M. Akif’e aitti. Üstad hakikaten erimişti. Ama memleket havasının onu düzelteceğine inanıyordu. Ölümünden üç gün evvel, yakın bir akrabayı ziyarete getireceğimi söyleyince:
- Hayır getirme! İnşaallah ben kendimi toplar toplamaz, kendisini görmeye gideceğim, dedi. Bu ümidini sonuna kadar muhafaza etti.
İlaç almalarının dışındaki zamanlarda da bunları yaptı. Ancak, sıhhati de gün geçtikçe bozuluyordu. Durumunun ağırlaşması üzerine köşke değil Beyoğlu’ndaki bir apartmana misafir edildi. 26 Aralık’ta durumu düzelir gibi oldu. Memleket meseleleri hakkında sorular sorar, konuşmalar yapar durumdaydı. 26 Aralık 1936 saat 19:30. Durumu iyi. Neşeli, her zamankinden daha sağlıklı bir görüntüsü var. Misafirlerden sonra kızı ve eşiyle görüşmüş. Saat 20:10’da durumu ağırlaşmış. Yaşadığı krizlerden biri gelmiş. Bu kriz nefes alıp vermesini öyle zorlaştırmıştır ki dayanılmaz bir hal almıştır.
Kur’an okunmaya başlanmıştır. Kur’an’la beraber son nefesini verdi, dünyevi ızdıraplardan kurtuldu. Pehlivan, dağ gibi, duygusu da, fikri de coşkun ve büyük insan M. Akif erimiş, erimiş ve iyi bir kul olmaya çalıştığı Rabbine kavuşmuştu.
Mektep Arkadaşının Çocukları
Mithat Cemal KUNTAY
Baytar mektebindeyken, sınıf arkadaşı Hasan Efendiyle Akif o kadar dosttu ki birbirlerine söz veriyorlardı, ileride çoluk çocuk sahibi olurlarsa ölenin çocuklarına kalan bakacaktı. Bunu bana anlattığı sıralarda Akif genç ve Hasan Efendi, yaşlı olmakla beraber dinçti: Baytar mektebindeki bu fazilet mukavelesinin tatbikine çok vakit vardı. İçimden güldüm. Kendi kendime düşünüyordum: Mektepteyken insanlar, umumen, seciye kahramanıdırlar fakat yaş ilerleyip de insan hayata karışınca... Akif:
- Ne düşünüyorsun? Dedi.
- Hiç. Dedim.
Aradan yıllar geçti. Meşrutiyette, Baytar Müdüriumumîsi Abdullah'ı, Ziraat Nazırı, derecesini indirerek başka yere kaydırdı. Akif, onun muaviniydi; öfkeleniyordu: Abdullah Bey Mon Pelye'de ziraat okumuştu. Ona karşı bu haksızlık reva mıydı? Bu öfke o kadar fazilet: Erdem, mukavele: Sözleşme, umumen: Bütünüyle, seci-ye: Karakter, Müdüriumumi: Genel Müdür şiddetliydi ki, anlıyordum, kendine ait olmayan bu haksızlıktan Akif kendi aleyhine bir netice çıkaracaktı. Nasıl ki, ertesi gün, Ziraat Nezaretindekî memuriyetinden istifa etti.
Beylerbeyi'ndeki evinde kendi yağı ile kavruluyordu. O sırada, ona, her cuma, sabahtan gidiyordum: Kitap okuyorduk. Sabahtan gittiğim için de öğle yemeklerine ondaydım. îstifadan sonra mazeretler bularak yemeklerden sonra gitmeye başladım: Evin ıstırabı o derece belliydi.
Bir cuma Akif'in evinde sekiz çocuk buldum. Teker teker çok sevimli olan çocuklar bir araya gelince ne manzara alırlar malûmdur. Evde sekiz kişilik bir kıyamet kopuyordu. Akif'in beş çocuğuna katılan bu üç çocuğun komşudan gelmiş ufak misafirler olduğunu zannettim ve ertesi cuma bu çocuk gürültüsüyle artık karşılaşmam sandım. Fakat her cuma sekiz çocukla sofada aynı kıyamet kopuyordu. Akif de buna katlanıyordu. Bu üç çocuğun gelişi, Akif'in çocuklarına da fazla hürriyet vermişti.
Bir cuma, sofada, çocuklardan birinin yanağını hıncımdan çimdikler gibi sıkarak, Akif e sordum:
- Kim bu yavrular?
Akif cevap vermedi.
Odaya girince, bu üç ıstırabını, bu misafir çocuklarını Akif’le takılarak tebrik ettim. Akif in yüzü değişti:
- Misafir çocukları değil, benîm çocuklarım! Dedi.
Üç beş haftada üç çocuğu nasıl olurdu?
- Hasan Efendi öldü de..Dedi; ve bu çocuklar, kim evvel ölürse hayatta olanın bakacağı çocuklardı, rahmetli Hasan Efendinin çocukları. Fakat Akif bu çocuklardan daha güzeldi: Mektepte verdiği sözü hâlâ unutmayan bir çocuk.
Söz Namustur
Mithat Cemal KUNTAY
Akif için kelimelerin mefhumu tek, bu mefhumların rengi tekti. Renkler kalın çizgilerle ayrılmıştı. Birinin nerede başlayıp ötekinin nerede bittiği belli olmayan ve bir mefhuma girmiş iki renk onun dünyasında yoktu. Bir işin takribenligi onun gözünde yalan kadar çirkindi. Kırmızıya pembe diyorsanız cürümdü, ona dörtte gidecek de dördü on geçe gitmişseniz, geç kaldığınız bu on dakika kabahatti. Bundan, o, kocaman bir namus mefhumu çıkarıyordu. Ben de bu iri yarı namusa bazan kızıyor, bazan gülüyordum. Treni kaçıramazdınız: Namusa mugayirdi.
Meşrutiyetin ilk seneleri, bir cuma, adam boyu kar yağdı. O gün Akif in hazzetmediği şeyler işlemedi. Araba, tramvay, şimendifer ve vapur... Çapa'daki bizim eve o gün sütçü, ekmekçi gibi adamlar bile gelmediler. Öğle yemeğinden sonra biz hâlâ ekmekçiyi beklerken nihayet kapı çalındı; fakat... Akif Bey gelmişti! Bıyığının yarısı donmuştu. Şaşırdım. Nasıl geldiğine hayret ettim:
Beylerbeyi'nden nasılsa Beşiktaş'a bir vapur işlemişti. 'Bu kadar mı? dedim. Tabi ki bu kadardı. Ve tabi ki Beşiktaş'tan Çapa'ya işleyen bir şey yoktu; ancak bunu sormaya lüzum yoktu; çünkü Beşiktaş'tan Çapa'ya bu havada insanlar yürüyerek de gelirdi. Bu karda, tipide yaya yürünülen mesafeye ben şaştıkça Akif de benim hayretime şaşıyordu:
Gelmemem için kar, tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.
İnsanların birbirlerine verdikleri sözün bu kadar korkunç bir şey olması, o gün beni ürküttü.
- Akif, dedim; sen eğer verilen sözün manasını bu türlü anlıyorsan bana izin ver de ben bu türlü anlamayım. Benim verdiğim sözün şiddetli bir lodosa bile tahammülü yoktur!
- Ben böyleyim! dedi.
- Ben de böyleyim! dedim.
Bu vak'adan sonra ona söz vermekten korktum. Dediğini gibi onun gözünde ne karayel fırtınası, ne diz boyu kar mazeret-i meşrua değildi.
Avrupalının Gerçek Yüzü
Mithat Cemal KUNTAY
Sinirlerine dokunan bir mısra vardı:
Milletim nev'-i beşerdir, vatanım rûy-i zemin! (İnsanlık milletimdir, yeryüzü vatanım) Bu mısraı okuduğum gün acı acı gülerek;
-Sen de bu yalana inanıyor musun? Bir Avrupalının nev'-i beşerinde, rûy-i zemininde Türkler ve Müslümanlar dahildir sanıyor musun? Dedi. Sonra tuhaf bir şey anlattı:
-Umumî Harpte biz üç kişi Berlin'e gittiğimiz zaman Alman Hükümeti bize ne dedi bilir misin? Türklerle ittifak ettik diye Rayiştak'ta Katolik mebuslar bağırıyorlar, Müslümanlar ve Türkler gibi vahşîlerle medenî Alman milleti nasıl birleşir? diyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim. dedi.
-Acayip! dedim.
-Bundan daha acayibi var! dedi; yine ; Umumî Harpte Viyana'da idim; bir gece Viyana kiliselerinin çanları çalmaya başladı; otelin penceresinden baktım; caddede her elde bir mum, herkes haykırıyordu. Kendi kendime: Müttefikimiz Viyanalılar galiba cephede bir muzafferiyet kazandılar. dedim. Sokağa fırladım. Bir dükkâncıya:
-Bir zafer haberi mi var! dedim.
Adam:
-Zafer de söz mü? dedi. İngilizler Müslümanlardan Kudüs'ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby'nin kumandasında Kudüs'e girdi. Mukaddes şehir aydan kurtuldu, haça kavuştu. Ve Akif bunu anlattıktan sonra gözlerime dik dik baktı:
-Milletim nev'-i beşer, vatanım rüy-i zemin! Öyle mi? dedi. Sonra ilâve etti:
-Biz bu yalana inanırsak, ne milletimiz kalır, ne rûy-i zeminimiz! Avrupa'nın nev'-i beşerinde ben yoksam, benim nev'-i beşerimde de o yoktur.
Akif Türk Olarak Yaşadı
Hasan Basri ÇANTAY
Evet, ona tam bir İslâm şairi diyebiliriz. Kuvvetli, imanlı, ateşli bir İslâm şairi! Fakat, Türk daima başta kalmak şartıyla. Dört lisanı edebiyatıyla bilen Akif, Türk olarak yazdı, Türk olarak düşündü, Türk olarak yaşadı ve nihayet Türk olarak öldü.
Akif'in bir vak'asını hatırlarım: İlk millî kaynaşma ve savaşlarda üstat Balıkesir'e gelmişti. Onun samimî arkadaşlarından biri Gönen'e teşkilât kurmaya gitmişti. Dönüşünde o arkadaş dedi ki:
- ( )'ler Türklere cefa ediyorlar. Millî teşkilâtı boğmaya çalışıyorlar.
Akif'in o zaman hiç düşünmeden, kükreyerek verdiği cevap şudur:
- Orada bir Türk Ocağı açınız ve mücadele ediniz!
Akif'in beraberinde bulunan İstanbul'dan gelen bir kişi, Üstat, sizi Türkçü görüyorum. demek istedi. Akif'in ağzından alev gibi şu kelimeler çıktı:
- Ya ne zannediyorsun? Türk'e hiçbir kavmin horoz olmasına tahammül edemem!
Âkifname, s. 225, İstanbul 1966
Eşref Edip Anlatıyor;
Akif'in Mısır'daki Yaşayışından Sahneler
Hâlvan'daki Yuvası
Mısır'da Kahire'den uzak bir köye, Hâlvan'a çekilmişti. Orada münzevi denecek bir tarzda yaşıyordu. Haftada iki gün Kahire'ye iner, darülfünundaki dersini okutur, dersten çıkar çıkmaz hemen trene atlar, Hâlvan'a dönerdi.
Bazen Prens Halim Beyin dairesine uğrar, İmameddin Beyi ziyaret eder; bazen de Ezher'e gider, orada pek sevdiği Yozgatlı İhsan Efendinin odasında oturur, Türk talebe ile birlikte çay içer, sohbet eder, geç kalmış gibi hemen koşa koşa Hâlvan'a dönerdi.
Kışın Abbas Halim Paşa Hâlvan'a gelince daima onunla görüşür. Kahire'de Prens Halim Beyi ziyaret eder, onların sohbetinden büyük zevk alırdı. Bir de Hâlvan'da onun çok sevdiği bir dostu vardı: Abdülvehhab Azzam. Ahlâkı da irfanı gibi yüksek olan bu aziz dost da, onun için büyük bir varlıktı.
Fakat yaz geldi mi artık görüşecek kimse kalmaz, büsbütün inzivagâhına çekilirdi. Ara sıra Ezher'deki birkaç Türk talebe onu ziyaret eder, onlarla hoş vakitler geçirirdi. Yalnız son zamanlarda bir yaz İskenderiye'ye, bir yaz Antakya'ya, hastalığında da Lübnan ve Antakya'ya birkaç aylık seyahat yapabildi.
Şehir Onu Bunaltıyordu
Şehirde dolaşmaktan, kalabalıktan, insanlardan çok sıkılırdı. Ben 1932'de ilk Mısır'a gittiğini zaman Kahire'nin görülecek yerlerini bana göstermek için birkaç saat şehirde kalışı onu âdeta bunaltıyordu.
Büyük bir izaz olmak üzere, birlikte Ezher'i, müzeyi. Darülfünunu, Hayvanat bahçesini, büyük camileri gezdik, ehramları gördük.
Bir cuma günü de Mısır'ın, belki de İslam âleminin en mümtaz, en güzel okuyan hafızı, Şeyh Muhammed Rıfat'ı dinledik:
- Bir de buranın en meşhur muganniyesi Ümmü Gülsüm var, onu da bir gece sen gider, dinlersin, dedi.
Görüyordum ki üstat şehirde bunalıyordu. Kahire'de biraz fazla kaldık mı, çok sıkılıyordu. Geçirdiği münzevi hayat onu büsbütün şehirden uzaklaştırmıştı.
Hatimle Teravih
Eve döner dönmez hemen entarisini giyer, abdest alır, namaz vakti ise namazını kılardı. İnziva hayatı, senelerce Kur'an tercümesi ile meşguliyet, onu takva sahibi yapmıştı. Kur'an'ı su gibi ezber okurdu.
- Allah'a hamdolsun, demir hafız oldum derdi. Şimdi Ramazanlarda teravihi hatimle kıldırıyorum.
- Hangi camide?
- Camide değil, evde. Bizim oğlan (Tahir) cemaat oluyor, ben imam, beraber kılıyoruz. Birkaç rekât sonra, bakıyorum, Tahir arkamda yok. O kadar dayanabilmiş. Artık ben hem imam hem cemaat oluyorum.
Dayanıklı Müslüman
Müderris İhsan Efendi anlatıyor: Bazı Ramazan geceleri biz de üstada cemaat oluyorduk. Yanlışsız okuyordu.
- Üstat, hakikaten siz demir hafız olmuşsunuz, derdik.
- Evet, derdi. Ben bunu Hocama da yazdım. Dedim ki: Ben Kur'an'ı himmetinizle takviye ettim. Şimdi hatimle teravih kıldırıyorum. Bana dayanıklı Müslüman gönder.
Sakin Geçen Zamanları
Üstat Mısır'a hicret ettiği zaman iki sene kadar Abbas Halim Paşanın misafiri oldular. Paşanın Hâlvan'daki büyük sarayının karşısında küçük bir köşk var. Orası üstada tahsis olunmuştu. Üstat orada çok sakin, müsterih bir hayat geçirdi. (Firavunla yüz yüze) şiirini orada yazdı. Bu şiirini Abbas Halim Paşanın refika-i muhteremeleri Prenses Fahrünnisa Hatice Hanımefendi Hazretlerine ithaf etti.
Burada geçirdiği senelerin, hayatının en sükûnetli zamanları olduğunu üstat daima söylerdi.
Sonra ailesini de Mısır'a götürünce ayrı bir ev kiraladı. Hâlvan'ın bir köşesinde, sahra yanında bir evceğiz.
Çanakkale Şehitleri ve Yazılışı
Mithat Cemal KUNTAY
Ne Mehmet Akif ne Eşref Bey o gece uyuyabildiler... Mehmet Akif daha sonra, yine beraber geçen hayat safhalarında o geceyi daima hatırladı. Çünkü o gece Mehmet Akif, Çanakkale destanını yazmadan canını almaması için Allah'a yalvardı: Bu, bir çocuk yakarışı idi. Masum, tertemiz, hiçbir fâni hissin ucuna dokunamadığı bir yalvarış...
Eşref Bey anlatır: Hayatımda, Mehmet Akif kadar vakar ve ciddiyetini muhafaza eden insanlara az rastlamışımdır: Bu, mücerret bir tevekkül duygusunun neticesi değildi: Kadere rıza gösterme felsefesinin yanında, dünya nimetlerine olan istiğnanın da tezahürü idi. Biz İstanbul'dan çıkarken, ailesine, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hiçbir murakabe ve teftişe tâbi olmayan müstakil kasasından para bırakması için öyle ısrar etmiştim ki, beni reddederse kıracağını anladıktan sonra muvafakat etmiş ve emin olunuz, kızararak:
- Siz ne isterseniz yapınız. Rica ederim, bu mevzulara beni muhatap yapmayınız., demişti. Fâni nimetler için bu kadar müstağni bir insanın, şahsî mevzular üzerinde hassas olmaması mümkün müydü?
El-Muazzam istasyonundaki o çöl gecesi, heyecan ve edebî kudretini, vatanının ve milletinin saadeti, istiklâli, fazileti uğruna vakfetmiş büyük bir şairin, rabbani ve ilâhî olduğuna şüphe olmayan heyecan ve vecdi andıran istiğrakına şahit oldu. Akif, âdeta cezbe hâlinde idi... Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi, bir çağlayan hâlinde idi. Benimle değil, âdeta kendi kendisine konuşuyordu: Milletinin büyüklüğüne, kahramanlığına, yiğitliğine inanmıştı. İnanıyordu... Medeniyet ve teknik, işte bütün vasıtalarıyla Çanakkale'ye yığılmıştı: Para, vasıta, malzeme, insan, her şey boldu. Ya biz? Biz bunların sadece birisinden değil, her şeyinden mahrumduk. Neyimiz vardı? Mehmetçiğin imânı.... Âsım'ın nesli dediği ve babasının talebesi Köse İmam'ın oğlu olan Âsim, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi'nin ve daha sonra 1918-1932 Millî Mücadele devrinin destanını yaratmış olan o eşsiz, o fedakâr, o kahraman neslin bir örneği idi: Çanakkale'de, Sarıkamış'ta. Galiçya'da, Filistin'de, daha sonra İnönü'de, Sakarya'da, Dumlupınar'da kahramanlık destanı yaratmış olan o bulunmaz nesil, Âsım'ın nesli idi... Akif o gece. bu neslin maddî manevî terkibini, gelecek nesillere anlatmadan canını almaması için Allah'a yalvardı. Hem nasıl yalvarış!.. Kalın, davudi, erkek bir sesi vardı. Kelimelerin ve harflerin hakkını vererek konuşurdu. Âdeta, kendi nefsine karşı ant içiyor ve bu ahdi, gönülden inandığı Tanrının yüce varlığına iletiyordu:
- Yarabbi!.. Bana bu destanı bir âciz kulunun ifadesinin azamîsi içinde yâd edebilmenin saadet ve imkânını bahşet. Bu ulvî vazifeyi bana nasip et, sonra emanetini al. Yarabbi!.. Bana bu lütfü çok görme. În'am ve ikramının namütenahi hazinesinden bu âciz kulunun şu duasını bargâh-ı ulûhiyetinde kabul eyle...
Ve, duası, hıçkırıklarla kesiliyordu. Sabahı böylece bulduk. Onu teskin etmek ne mümkündü ne de aklıma böyle bir müdahale geliyordu. Bu, bir heyecan ve ilham manzarası idi ve ben onu görebilmiş olmakla mübâhi mahdut fânilerden idim. Sesim değil, nefesim çıkmıyordu:
Şimdi sizlere bir hakikati iblâğ edeyim... Çanakkale Destanını Mehmet Akif, Hicaz yolculuğu devam ederken, daha yolda yazdı ve ancak ondan sonradır ki, tabiî hüviyetine girebildi.
Necid Çöllerinde Mehmet Akif, Boğaziçi Yayınları, 1992
Mehmet Akif: İslamcı Bir Şairin Romanı
Emin ERİŞİRGİR
… O İstanbul Lisesinin (Sultanisinin )Malûmat-ı Medeniye, Hukukiye ve İktisadiye Muallimliği için açılan müsabaka imtihanında muvaffak olduğu zaman Naim Bey Orta Öğretim Umum Müdürü idi. İstanbul Maarif Müdürlüğüne yazılan tâyin tezkeresini almak üzere bu Daireye gittiği zaman Mümeyyiz Osman Bey, «Müdürü Umumî Beye sizi götürmeliyim» diye onu aldı, Naim Beyin oturduğu küçük bir odaya girdiler. Mümeyyiz «imtihanda muvaffak olan... efendi» diye tanıtınca Naim Beyin kendisine yaptığı iltifata baktı da, «acaba Akif Bey beni bu zata vaktile söylemiş miydi?» diye kuruntuya bile kapılmıştı…
…Akif hasta olarak Mısır'dan İstanbul'a döndüğn zaman, İstiklâl Savaşı destanının yazılmamış olmasından müteessirdi;
— İyileşirsem, diyordu, bu destanı ben yazacağım ve orada Naimi, Hüseyin Kâzım'ı, Süleyman Nazif'i kendi dilleriyle konuşturacağım. Sonuncusu hakkında ne diyeceğini belki azçok sezme kaabildir. Fakat ne Naim, ne Hüseyin Kazım Beylerin İstiklâl harbi hakkında ona dediklerini, yazık ki, bugün tahmin bile mümkün değildir…
… Arkadaşı Lütfi Bey asker olduğu için, ikide bir ona:
- Ömer Bey, bu Çanakkale Harbi ne olacak? diye sorardı.
İlk zamanları bu subay harb kaidelerini anlatır ve sonra insan kudreti dışında bir sebep olmazsa biz orada tutunamayız, diye cevap verirdi. Bunları işitince O:
- Aman Ömer Bey, ne diyorsun sen, Çanakkale bizim tek dayangacımız, o yıkılırsa halimiz ne olur ? derdi ve başlardı ağlamaya...
Ömer Lütfi Bey, Akif'in teselliye muhtaç olduğunu anlamıştı. Artık bundan sonra aynı sual karşısında kalınca, O, «böyle olursa, göyle giderse» biz orada dayanırız demeye bağladı. Fakat Akif, «şöyle giderse, böyle olursa» şartlarına tahammül edemiyor, hattâ dinlemiyordu bile... Ona «bütün dünya toplanıp gelse, merak etme, Çanakkale düşmez» denmeliydi…
…Bir aralık Namık Kemal'in "Silistre" adlı piyesi hatırına geldi. O zaman büsbütün müteessir olmuştu: «Bu büyük adam, diyordu, hiç olmazsa Silistre'yi sahneye koymuştu. Ondan sonraki nesil, sözlerinin önünde Silistre'den on kat, yüz kat daha büyük kahramanlık menkıbelerini gördüler de bizim yazarlar bu manzaraları ne bir piyes, ne de bir roman içine sokamadılar. Yazık değil mi buna?»…
Nizamettin Nazif TEPEDELENCİOĞLU
... İşte o günlerden birinde, bir öğle yemeğinden sonra büromda çalışırken yine bizi ziyarete geldiğini görmüştüm. Akif, bir parça dalgındı.
Şimdi onun kırk yıl önce bir yaz gününde gazetenin daracık yazı odasında marangoz elinden yeni çıkmış adi tahtadan bir masanın yanında; yanı başımda cüssesinden gıcırdayan cılız bir tahta iskemle üzerinde oturduğunu görür gibi oluyorum. (...) kocaman bir el kurşun kalemlerden birini kavrıyor. Aslan pençesini andıran bir toplu iğne kadar ufaklaşan kalemi elinde tuttuğu bir kâğıt tomarı süratle gezdiriyor... İşte genç gözlerime çarpan yedi kelime;
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak... Onun çalıştığını görünce kendisini lafa tutmadım. İşime devam ettim. Aradan ne kadar zaman geçti bilmem. Belki yirmi dakika, belki yarım saat. Birden neşeli bir sesle bana hitap ettiğini duydum.
- Dinle bakalım delikanlı!
-Buyur üstad...
Sana bîr şey okuyacağım. Bakalım nasıl bulacaksın?
Ve Estağfurullah üstad dememe vakit bırakmadan gayet hafif bir sesle okumaya başladı. (...)
-Sehlimümteni...
- O kadar ileriye gitme... Beğenirler mi dersin?
- Hakimiyeti Milliye'nin bunu neşredecek nüshası kapışılır kanaatindeyim. Tamamladınız mı?
- Henüz değil... Fakat yarın öğle üzerine kadar bitirmeye mecburum.
- Neden bu acele üstadım?
- Acemi çapkın, bunu İstiklâl Marşı Komisyonu'na vereceğim. Hakimiyet'e değil. En son müddet yarın.
- Öyle ise üstad... beş yüz lirayı kazanacağımıza yemin edebilirim.
Gözlerini odanın bir köşesine daldırarak heyecandan boğulan bir sesle:
- Beş yüz lira mı, dedi, onu almayacağıma seni temin ederim. Fakat bugünkü isyanı en iyi ben ifadelendirmek istiyorum. Bunun için bilemezsin içimde ne büyük bir istek var...